Cisse'li harikalar kumpanyası (Röportaj)

(10 Mayıs 2008 Cumartesi)

Tarih: Ocak ayının son günü…
Mekan: Beşiktaş Nevzat Demir Tesisleri, başka bir deyişle İstanbul’un Sibirya’ya en yakın köşesi… Yerlerde hâlâ geçen haftadan kalma karlar duruyor ve hava buz gibi.
Görev: Daha önce bir kere görmüşlüğüm, ayaküstü konuşmuşluğum ve çok soğuk bulmuşluğum olan Cisse’yle röportaj. Hayır, adam zaten Fransız, ırkının temel özelliklerini taşısa, sempatik olma ihtimali sıfıra yakın. Öyle tedirgin tedirgin otururken ufukta görünüyor yırtık kotu ve sade tişörtüyle…
Sonuç: 45 dakika sonra, bütün endişelerim uçmuş gitmiş bir halde, senelerdir tanıdığım bir arkadaşımla sohbet etmiş, antrenmanı olmasa daha saatlerce konuşabilirmişiz hissiyatıyla ayrılıyorum tesislerden… Edouard Cisse bugüne kadar tanıdığım en hoşsohbet, en esprili, en diyecek lafı olan ve en iki kelimeyi bir araya getirebilen insanlardan (futbolcular kategorisini bile aşırttım dikkatinizi çekerse)… 
Kıssadan hisse: Tanımadığınız insanlar hakkında önyargılı olmamak gerek vesselam…
Tavsiye: Bu röportajı yüzünüzde bir gülümsemeyle okuyun. Biz öyle konuştuk…

Pau gibi futboldan çok rugby ve basketbol takımlarıyla meşhur bir şehirde doğmuşsun. Fransa’nın meşhur altyapılarından birinden yetişmedin yani?
Hayır, neredeyse kendi kendime futbolcu oldum. 16-17 yaşındayken amatör olarak 3. ligde oynuyordum. Pau’da futbolumu beğenen bir yönetici, beni PSG’ye tavsiye etti ve onlar da beni hemen kadrolarına kattılar. Daha 18,5 yaşında, çok büyük oyuncularla dolu, harika bir takıma dâhil olmuş oldum. Rai, Simone, Paul Le Guen… Etkileyici bir takımdı… 

Paul Le Guen’le önce beraber oynadın, sonra antrenörün mü oldu?
Evet, ben Paris’e gittiğimde kariyerinin son dönemindeydi. Futbolu bıraktıktan sonra hiç ara vermeden Rennes’e antrenör oldu. O sıralarda ben de her maçta kadroya giremiyordum. Beni aradı, “Rennes’e gelirsen seni oynatırım” dedi, ben de aynen öyle yaptım.  

Fransa’da bu kadar zaman geçirdikten sonra İngiltere’de oynamak nasıl bir duyguydu?
West Ham’a en parlak zamanında gitmedim. İkinci lige düştüğümüz sezondu. Aslında iyi bir takımımız vardı, Michael Carrick, Joe Cole, Jermain Defoe, Frederic Kanoute vardı… 21-22 yaş ortalamalı çok genç ama geleceğin yıldızlarından kurulu iyi bir takımdık. Aslında güzel de oynuyorduk ama maçları sürekli 1-0 kaybediyorduk, bir türlü gol atamıyorduk. İngiltere’ye gitme sebebim Paris’ten ve yönetim şeklinden bıkmış olmamdı. 24 yaşındaydım, başka şeyler görmek istiyordum. İngiltere’de halimden memnundum ama takım düşünce, ikinci ligde devam etmek istemedim. Tam o sırada Didier Deschamps aradı. Fransa’ya dönme ihtimalim doğunca, İngiltere sayfasını kapattım. 

Bir bağ var mı aranızda Deschamps’la?
O benim örnek aldığım kişi. Bir grubu idare etmek, maça hazırlamak, büyük bir maç öncesi futbolcuyu konsantre etmek, futbola bakış açısı konusunda her şeyi çözmüş birisi. Genç futbolculardan büyük bir takım yaratmayı başardı. O geldiğinde takımın en önemli isimleri ya gitmişti, ya gidiyordu. Kalanlara da sizi yedeğe alıp, gençleri lanse edeceğim dedi. Patrice Evra, Jerome Rothen, Giuly, Sebastien Squillaci… Bunların hepsi o dönemde 23, 24 yaşlarında, tecrübesi olmayan, düzenli olarak bir yerde oynamamış, tanınmayan ama yetenekli oyunculardı. Bize ne yaptı bilmiyorum, bu da onun gizli sırrıydı herhalde… Ama başarıya ulaştı. 

Bir şey söylemiş olmalı… Ne dedi?
Sadece bir şey söyledi, “Asla bir diktatör olmayacağım, size sadece rehberlik edeceğim, gerisi size kalmış” dedi. Karşınızda sonuç olarak Fransa Milli Takımı’nın kaptanı, Juventus’ta oynamış, dünya kupası dahil kazanılacak her şeyi kazanmış birisi duruyor. Mesela ben onunla aynı mevkide oynuyordum, bana “Sana asla nasıl oynaman gerektiğini söylemeyeceğim. Sadece yeteneklerinin ne olduğunu, neler yapabileceğini, neler yapamayacağını söyleyeceğim” dedi. Bunu söyleyen Didier Deschamps. Fransa’da o mevkiinin en iyisi. Bunu yapabilmek çok büyük, çok zor bir şey... İnanılmaz. 

Şampiyonlar Ligi finali nasıldı?
Toplu halde rüya gören bir grup genç gibiydik. Turnuvanın başlangıcında birkaç sürpriz yapan küçük bir takımdık. Ama ilerledikçe Real Madrid, Chelsea gibi takımları eledikçe, arkamızda bir destek oluştu. Maçlarımıza Japon gazeteciler falan gelmeye başladı. Herkes bu kadar az yıldızı olan genç bir takımın yaptıklarına şaşırmış durumdaydı. Şampiyonlar Ligi finalinden bahsediyoruz… Az şey değil… 

Real Madrid maçında Zidane’ı sen tutmuştun, o nasıl bir histi?
Çok karmaşık… Maçtan önce Didier bize, “Karşınızda Figo, Beckham, Ronaldo, Zidane olacak… Onlara saygı duymayın, müdahale etmekten, vurmaktan kaçınmayın” dedi. Tamam da Zidane’a nasıl vuracaksın ki? Maçta bile tek yapmak istediğin onu seyretmek! Beş dakika boyunca ağzım açık Zidane’a baktım. Bir noktada kendi kendine, “Dur ya, ben de oynuyorum” falan diyorsun. Bu örnekten Zidane’ın Fransızlar için ne temsil ettiğini anlayabilirsin… 

Sadece Fransa için değil bizim için de öyle…
Böyle bir aura, böyle bir karizma... Ona bakmaktan maçı unutuyorsun… Sadece o olsa iyi, Real’in tam galacticos zamanı. Zidane topu Beckham’a veriyor, o Figo’ya atıyor, o Ronaldo’ya yolluyor gibi bir durum var. “Ben kimim ki?” oluyorsun… 

Ama sonuçta da maçı kazanıyorsun…
Onları elemek çok büyük bir şeydi. Ve o büyük oyuncuların bir kısmı maçtan sonra soyunma odamıza gelip bizi tebrik ettiler, “Yolunuz açık olsun, bunun tadını çıkarın” dediler. Bunu yapmaya hiç mecburiyetleri yoktu, bir an önce gidebilirlerdi, sinir yapabilirlerdi… İşte o zaman onların sadece büyük futbolcular değil, büyük insanlar olduğunu anlıyorsun. Zaten gerçek şampiyonların farkı bu değil mi? Benim için gerçekten süper bir sezondu. Hem sportif açıdan, hem kişisel açıdan… 

Peki, Şampiyonlar Ligi’nin iki rekorunda da var olmak nasıl bir duygu?
Nereden hatırladın ki şimdi bunu? (gülüyor). Evet, Şampiyonlar Ligi’nin en gollü iki maçında da ben vardım. Hem 8-3’lük Monaco-Deportivo maçında, hem de 8-0’lık Liverpool-Beşiktaş maçında... Ama önemli olan bir şekilde tarihe geçmekse bunu başardım demektir. 8-3’lük Deportivo maçı çok güzeldi, Liverpool maçı o kadar güzel değildi ama hayat bu… 

Küçükken idolün kimdi?
Ben Ronaldo dönemi çocuğuyum. Resmen bir fenomendi, herkes Ronaldo olmak istiyordu. Ya Ronaldo ya Zidane. Ben benim mevkimde oynadığı için Deschamps’ı da takip ediyordum. Bir de Didier’yi tanıyan herkes, onun “patron” olduğunu söylerdi. Ben de patron ne demek bir türlü anlamazdım. Adam ne çalım atıyor, ne gol atıyor… Kendi kendime nasıl patron diye düşünürdüm. Sonra zamanla bunun liderlik anlamına geldiğini anladım. Takımlarda iki türlü lider olur; birincisi teknik lider, en iyi örneği Zidane’dır, sahadaki liderdir. Bir de soyunma odasının liderleri vardır. Bana sorarsan, soyunma odasındaki lider daha önemlidir. Takımı toplayan, ambiyans getiren, güven veren… Bunlar çok önemli şeyler… Bu yüzden bunu nasıl yaptığını bizzat görmek istiyordum ve de Monaco’da gördüm. 

PSG’nin problemi Paul Le Guen’in futbolu bırakmasından sonra bir türlü o lider oyuncuyu bulamamış olması mı? 
Kesinlikle… Tabii bunun yanında başka sebepler de var tabii…

Paris’te kaç teknik direktörle çalıştın?
Ricardo, Alain Giresse, Artur Jorge, Luis Fernandez, Philippe Bergeroo, Vahid Halilhodzic, Laurent Fournier, Guy Lacombe, Paul Le Guen… Dokuz mu etti?  Evet… 4-5 tane de başkan gördüm…  

Bütün bu değişik antrenörler arasında Paul Le Guen dışında seni etkileyen biri oldu mu peki?
Hepsinin kendine has özellikleri vardı ama Paul Le Guen dışında beni özellikle etkileyen bir teknik direktör olmadı. Ama şunu da söyleyeyim, ben öyle kolay etkilenen biri değilim, hatta zor birisiyim. Benim birisinden etkilenmem için özel bir şeyler yapması lazım; ilgimi çekmesi, onunla çalışma arzusu vermesi lazım. Tabii hepsinin katkıları olmuştur, Vahid Halilhodzic hariç… Onunla çok takışırdık… 

Türkiye’de de çalıştı, biliyorsun… Neydi aranızdaki sorun?
Onun diktatör teknikleri bana pek hitap etmiyordu, ne yalan söyleyeyim. Bana emir verilmesinden çok hoşlanmam, biri bana “Bunu yap!” dediği zaman, otomatikman “Neden?” diye sorarım. Oysa doğru bir şekilde getirsen, “Bunu şu sebepten yapmanı istiyorum” gibisinden, sorgusuz sualsiz yaparım ama diğer türlü değil… 

Türkiye’de otoritenin en geçerli yöntem olduğu konusunda bir inanış var…
Otorite ve diktatörlük arasında bir sınır vardır. Ben doğruyu yanlışı kendi kendime düşünmeyi severim. Bana birisi 50 metre tek ayak üzerinde sekerek koş derse, neden diye sormam doğal değil mi? Bana her söyleneni sorgusuz sualsiz yapmam istenince resmen bloke oluyorum. 

Anlaşılabilir bence…
Bazıları için olmayabiliyor… İki metot da işe yarayabilir ama benim üzerimde değil…  

Bana o fazla otoriter metotlar başka bir devrin yöntemleri gibi geliyor…
Bence artık futbolculara sorumluluk yüklemeyi bilmek gerek. Bunu da bütün bir hafta boyunca, antrenmanlarda yaparsın. Karşındakiler de sonuçta kocaman, evli barklı, çoluklu çocuklu adamlar… Bu sorumluluğu bir hafta boyunca veremezsen, maç içinde kenardan bağırarak hiç veremezsin. Onlara hafta içi sorumluluk vereceksin ki maçta o sorumluluğu üstlensinler, gereğini yerine getirsinler. Bütün hafta tepelerine binip, çocuk gibi her hareketlerini takip etmişsen, maçta birdenbire sorumluluk sahibi yetişkinler olmalarını nasıl sağlayacaksın? 

Maçtan önce soyunma odasında anlatılanlara karşılaşma esnasında ne kadar uyuluyor?
Kaba hatlarıyla… Teknik direktör sana ana hatları çizer, gerisi oyuncunun tecrübesiyle, yeteneğiyle neleri yapıp yapamayacağına kalır. Teknik direktör de bunu bilir zaten. Sahada hiçbir zaman önceden öngörülen maçı oynayamazsın. Sana Zidane’ı marke edeceksin dediğinde bile 90 dakika boyunca sadece bunu yapmayacağını bilirsin, aksi takdirde sen nasıl oynayacaksın ki? Tamam, top Zidane’dayken adamını tutarsın, sırtı kaleye dönükken dışarı doğru hamle etmeye meyilli olduğunu bilir, tedbirini alırsın ama sonuçta futbol bu, bilim değil. Bir maçta süper oynarsın, her hareketin doğru olur, öbür maç olmaz…  

Deschamps’ın maçlarda kenarda put gibi durması dikkatimi çekerdi, sonra bir röportajında, “Ben maçlarda kenardan hiç bağırmam, müdahale etmem, çünkü futbolcuyken kenardaki antrenörü hiç duymazdım” dediğini okudum.
Bak gördün mü? Adam olayı tamamen çözmüş derken haklıyım. Ama devre arasında herkese neyi yanlış yaptığını, neyi nasıl yapması gerektiğini söylerdi. Kenarda bütün maç boyunca bağırıp duran bir antrenör neye yarıyor ki? Kişisel bir şeyse, maçı ancak öyle yaşayabiliyorsa, buna ihtiyacı varsa diyecek bir şey yok ama sahadaki futbolcunun hiçbir şey duymadığını söyleyebilirim.  

Kanatlarda oynayanlar hariç…
Evet, ama maç başladıktan sonra maça müdahale etmek için biraz geç değil mi? Pozisyonunu kaybeden, söylediğini yapmayan bir oyuncuya bir-iki ıslık çalarsın ama o kadar… 

Sen fazla sakatlanmayan, sürekli oynayan, istikrarlı bir oyuncusun… Ama Türkiye’de bir fark oldu, gol de atmaya başladın…
Ne yapayım? Her maçta oynuyorum, ama sokakta beni çevirip “Gol? Gol?” diye soruyorlar… 

Bu ülkede esas olanın gol olduğunu sen de anladın yani…
Evet, iyi bir savunmacı olmanın o kadar önemli olmadığını gördüm (gülüyor)… Yani tabi önemli de insanlar senin de ileri çıkıp gol aramanı seviyorlar. Sokaktaki taraftarlar bana neden gol atmıyorsun diye sorduklarında, başlangıçta onlara, “Biliyorsunuz ben defans oyuncusuyum, ben de ileri çıkarsam önde 6, geride 4 kişi kalırız” falan diye açıklama yapıyordum ama bir noktada ikisini de yapmaya karar verdim. Yani defanstaki işimi iyi yapıp, fırsat bulduğumda gol aramak için ileri çıkmayı…


 Türkiye’ye gelmeden önce kiminle konuştun?
Gelmeden önce ne Türkiye ne de Türk futbolu hakkında fazla bir fikrim yoktu. Bu yüzden iki kişiyi aradım: Pascal Nouma ve Nicolas Anelka.  

Ne dediler?
Nouma hem Türkiye hem Beşiktaş hakkında çok güzel şeyler söyledi ama Nevzat Demir tesislerini bilmiyordu, eski antrenman sahasını anlatmıştı, “Stat, taraftarlar muhteşem” demişti. Nicolas da yeni tesislerin muazzam olduğunu ekledi. İmza atmadan önce geldim, birkaç gün tesisleri, şehri dolaştım, çünkü sonuçta burada yaşayacağım ve 24 saat futbol oynamayacağım. 

Tigana’yla konuşmadın mı?
Birkaç kez karşılaştık ama hiç Türkiye hakkında konuşmadık. O da büyük adamlardan. Luis Fernandez, Michel Platini jenerasyonu… Afrika için yaptıkları inanılmaz. Futbolu çok iyi biliyor… 

Futbolculuk dönemi hakkında hiçbir şey konuşmadığını biliyor musun? Evinde ne forma, ne top, ne krampon, hiçbir şey saklamıyormuş. Kızı futbolcu olduğunu bilmiyormuş…
Ciddi misin? Çok ilginç Ben de bütün kramponlarımı saklamıyorum ama iki kızım olduğu için benim için önemli birkaç şeyi mesela Şampiyonlar Ligi finalinde giydiğim formayı saklıyorum tabii. Hem ilerde onlara göstermek, hem de kendim hatırlamak için. Şu an kızlarımın tanıdığı tek futbolcu var: Zidane! Bana, “Sen Zidane’la oynadın mı?” diye soruyorlar, “Evet ona karşı oynadım” diyorum, “Hı hııı, öyle mi?” diyorlar… Onları inandırabilmem lazım. 
 

Şimdilerde Afrika Kupası oynanıyor, senin bir ara Senegal için oynaman söz konusuydu sanki?
Evet, 2004’te teklif gelmişti. Ama tam o dönemde Fransa Milli Takımı da benimle ilgileniyordu, iki teklif aynı anda gelince düşünmek için zaman istedim. Zaten ümit milli takımda Fransa için oynamıştım. Ama yaş itibarıyla o yılın Aralık sonuna kadar mutlaka bir karar vermem gerekiyordu, benim için de çok erkendi, o yüzden…  

Pişman oldun mu?
Pek değil… Çünkü Senegal’in 2002’de başardığı şeyi bir daha başarabileceğini düşünmüyorum. Biraz ciddiyet eksikliği görüyorum. Ben bir takıma dâhil olursam kendimi yüzde yüz vermek için giderim. Ben vereceğim, ama takımın geri kalanı 2002’de kalmış olacak, bu olmaz. Daha fazlası lazım… Ben oraya tatile ya da zaman kaybetmeye gitmiyorum ki, çalışmaya gidiyorum. Ama çoğu kişi orayı aile buluşması gibi görüyor, bu yüzden pişman olmadım. Motivasyonlarımız aynı değildi. 

Ümit milli takımda hocan Raymond Domenech miydi? Hazır hoca da beni tanıyorken, bu sezon iyi oynarsam milli formayı giyebilirim diye düşünüyor musun?
Evet, hocam Domenech’ti. Milli takım için 2004 sezonunda takip ediliyordum ve ciddi bir şansım da vardı. Ama Ocak ayında sakatlandım. Sonra takım kuruldu ve dışarıda kaldım. Umudum var desem yalan olur. Benim pozisyonumda Makelele, Vieira ikilisi var… Onları ekarte etmekse imkansız gibi bir şey… 

Fizikman biraz Vieira’yı andırıyorsun…
Evet evet ama problem yaşlarımızın da birbirini andırıyor olması. Aramızda sadece iki yaş fark var ve o gidince alternatifi daha genç bir oyuncu olacaktır. Ama bu yüzden depresyona girecek değilim, ben futbolumu oynuyorum sonrası benden bağımsız gelişiyor... Olursa olur, olmazsa da fark etmez… Sonuçta karar verecek kişi ben değilim… 

Domenech göründüğü kadar acayip birisi mi?
Acayip değildir. Beni etkileyen hocalardan biri de odur… 

Burçlarına bakarak oyuncu seçmek normal diyorsun yani?
Tam bir provokatördür. Oynuyor, abartıyor, provoke etmeyi seviyor… Göründüğü gibi birisi değildir. Oyuncularla ilişkisi de farklıdır. Ben mesela bir maç hatırlıyorum. Ümit milli takımla Arjantin’e karşı oynayacaktık. Bütün bir hafta boyunca resmen takıldık, konsantre bir şekilde çalışmadık. Maçtan önce, “Görüyorum ki sizin antrenöre ihtiyacınız yok, iyi maçlar” dedi gitti. Rakibi tanımıyorsun, kim nasıl oynayacak, kim ne yapacak bilmiyorsun. Takımı biz yapmak zorunda kaldık, sen sağda, sen solda…
 

Maç ne oldu?
Kazandık ama şok olmuştuk ve hata yaptığımızı anladık. Böyle beklenmeyen şeyler yapmaktan hoşlanır ama her zaman diyaloga açıktır. Dış görünüşe, beş dakika televizyonda gördüğüne ya da bir yorumuna dayanarak önyargılara kapılmamak lazım hiçbir zaman. Benim felsefem bu. 

En sevdiğin lig hangisi diye sorsam?
Bütün ligler! Ben İtalya’nın taktik anlayışına hayranım. Taktiksel oyun olmadan bir noktaya varılamayacağını düşünüyorum. Bunun en iyi örneği de Milan. Yaş ortalamasına baksana? Defansın yaş ortalaması neredeyse 40!.. Ama öylesine oturmuş bir takım ki, yerinden kıpırdatmak imkansız bir yapı gibi. Taktik olarak ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar, deplasmanda 0-0 berabere kalıp, evlerinde 1-0 kazanıyor ve turu geçiyorlar. Her şey hesaplı, her şey önceden öngörülmüş. Otomatiğe bağlanmış gibi. Ben bu, ne yapacağını bilme durumunu seviyorum. İspanya dersen çok teknik bir lig... Adamlar bir paslaşıyor, tak tak tak… Makine gibi… İngiltere’de de hızı, tutkuyu, oyuna bağlılığı beğeniyorum. Aslında hepsini bir potada eritecek bir lig lazım ama bu özelliklerin birbirine uyumlu olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Bu imkansız. Çünkü taktik ön plandaysa, saatte 100 kilometre hızla oynayamazsın. Ben hangisinde oynamayı isterdim? Büyük oyuncularla beraber oynayabileceğim, büyük bir takımda herhalde… 

Futbolu bırakınca antrenör olmayı düşünüyor musun? Sana uygun bir iş gibi görünüyor…
Bence de… Çok istiyorum… Ben insanları bir araya getirmekten, bir grup havası yaratmaktan hoşlanırım. Kendi kendime düşündüğüm zaman başarılı bir antrenör oluyorum (gülüyor). Hoşuma giderdi ama çok zor bir iş.  

İyi bir antrenörün özellikleri ne sence?
Tutku, liderlik, iyi bir iletişimci olmak… Bugün futbolda herkes her şeyi biliyor. Teknik bilgi olarak futbolcuyla antrenör arasında neredeyse fark yok. Farkı yaratan bildiğini aktarmak, iyi iletişim kurmak, birbirinden farklı karakterlerden oluşan bir grubu idare etmek, stresle başa çıkmak… Bazen baskı yaratmak, bazen bu maçı kaybetsek de ucunda ölüm yok diye o baskıyı hafifletmek gerek… En önemlisi de hangisini ne zaman yapacağını bilmek… 

Bazı ülkelerde baskı hafiflemiyor gerçi… Fransa’da PSG düşme hattına indiğinde büyük olay oluyor ama kıyamet kopmuyor… Beşiktaş’ı o durumda düşünemiyorum mesela…
Doğru ama Paris’in de dışarıdan öyle göründüğüne bakma sen. Ortam çok kötüydü. Futbolcular Parc des Prices’de oynamak istemiyordu. Stada geldiğimizde otobüsü zırhlı araçlar koruyordu. Taraftarlar tehdit ediyorlardı, maç oynarken maymun sesleri çıkartıyorlardı…
 

Irkçılık hakkında ne düşünüyorsun?
Bunu yapanların beyinsiz olduğunu düşünüyorum ama kimsenin alnında ırkçı yazmıyor, stada girişlerini engelleyemiyorsun. Bana kalsa hepsini kovarım ama dışarıdan bakınca aynı bizim gibi görünüyorlar. Ama işler kötü gidince maymun tezahüratı başlıyor Parc des Princes’de iki tribün var: Boulogne ve Auteuil. Irkçılar Boulogne tarafında oturur. İşin kötüsü gol atınca hangi tribüne yakın olduğunu unutup koşmaya başlıyorsun, bir bakıyorsun Boulogne’un önündesin. İçinden, “Allah kahretsin, yanlış tarafa koşmuşum” diyorsun tabii… Ama ırkçılık sadece Paris’e özgü değil, her yerde var. Burada hiç hissetmedim gerçi… 

Bizde de var ama hakemlere karşı!
Evet evet… Ben bile olmaya başladım (gülüyor)…  

Şaka mı yapıyorsun, yoksa ortam mı etkiledi?
Doğrusu ben hakemler konusunda zaten biraz paranoyağımdır.  

Burada mı oldun?
Yok, Paris’te başladım. Paris başkent olduğu için herkes PSG’ye karşıdır. Ama burada daha da geliştirdim (gülüyor). Beşiktaş’ı da pek sevmiyorlar galiba… 

Ben sana şöyle söyleyeyim, bizde herkes hakemlerin kendisine karşı olduğunu düşünür…
Öyle mi? Aslında doğru... Burada futbol öyle bir tutku ki yanlış kararlar çok büyük tepkilere neden olabiliyor. Kendini onların yerine koyduğumda onların da işi zor. Yanlış bir karar veriyorsun, zaten bütün stat senden nefret etmeye hazır, elin ayağın birbirine karışır, ne yapacağını şaşırırsın. Yok, haklısın, işleri zor. 

Futbolcu arkadaşların kimler?
Didier Drogba iyi arkadaşımdır. Steven Gerrard’la her maçta forma değiştiririz. Nicolas Anelka, Patrice Evra sürekli görüştüğüm kişiler. Olivier Dacourt’la çok yakınız, beraber tatile çıkarız… Thierry Henry, Trezeguet ümit milli takımdan bu yana tanıdığım arkadaşlarım. 

Ligimizde dikkatini çeken başka iyi oyuncular var mı?
Benim dışımda mı?  

Evet!
Kendi takımımdan başlayayım. Tello, Delgado çok iyiler. Diğer takımlarda da çok iyi oyuncular var. Daha bu sabah tercümanıma, “Burada kolay maç yok” diyordum. 

Konuştuğum bütün yabancılar aynı şeyi söylüyor… Bize sorarsan da sonun baştan belli olduğu bir ligimiz var…
Neden biliyor musun? İki sebebi var. Burada bütün takımlar, bütün oyuncular topla oynamayı biliyorlar, hepsi çok teknikler. Oynamaya bıraksan bütün maç peşlerinden koşarsın. Ama teknik olarak ne kadar iyilerse, mental olarak o kadar zayıflar. İlk golü atmayı başarırsan çöküyorlar, ikinci golü atarsan bitiyorlar. Oynama arzularını kaybediyorlar, defans yapmayı bırakıyorlar, oyun disiplinlerini kaybediyorlar, gol atmak için bilinçsizce atak yapmaya başlıyorlar. Bugüne kadar oynadığımız bütün takımlar teknik olarak çok iyilerdi, topa çok hakim oyuncuları vardı, kendi kendime “Bu nasıl bir oyuncu?” dediğim çok oldu. Ama sonra, futbolda olabilen hatalar sonucu bir şey kötü gittiğinde, rakip defans hatalarını değerlendirdiğinde ortaya birden o maçı yansıtmayan 3-1’lik, 4-0’lık skorlar ortaya çıkıyor. 

Bu sezon Beşiktaş’ın özel bir durumu var, sürekli geriye düşüp sonra maçı kazanıyorsunuz…
Taraftarlar biraz heyecanlansın, maça zevk gelsin diye yapıyoruz (gülüyor). Şaka bir yana bazen hata yapıyoruz, dikkatsizlik yapıyoruz, konsantrasyon eksikliği çekiyoruz, savunmadan önce hücumu düşünüyoruz... Benim futbol kültürümde önce gol yememek, savunmada sağlam olmak var. Gol yemezsek atacağımızı zaten biliyorum, bizdeki oyuncularla, hücumdaki yeteneklerle gol atmamamız daha zor. Panik yapmamak lazım. Gerçi bütün taraftarlar “Kartal gol gol gol” diye bağırırken bunu yapmamayı başarmak zor…  

Ben o tezahüratı televizyondan duyunca elim ayağım birbirine karışıyor, o baskıyı sahada nasıl yaşıyorsunuz?
Ben panik olmuyorum, taraftarlar gol istiyor diyorum. Zaten bir zaman belirtmiyorlar ki, “Beş dakika içinde gol gol gol” demiyorlar (gülüyor). Eninde sonunda atacağız diyorum, aksine bizi cesaretlendirmeleri, gol atmamızı istemeleri hoşuma gidiyor.  

Sen hem yabancı hem defans oyuncusu olduğun için üzerine alınmıyor olmayabilirsin ama defans hattındaki diğer oyuncuların çoğu Türk ve onların bu baskıyı yaşadığına eminim. Gol atmak için ileri çıkmaları senin için pek hayırlı olmaz…
Ama ileri uçta da Güney Amerikalılar var, onlar da farklı değiller. Top bizdeyken sorun yok da, sorun topu kaybettiğimizde başlıyor: “Edouard, yardıma ihtiyacın var mı? Gelelim mi?” “Eh hiç fena olmaz” gibi bir durum ortaya çıkıyor. Hâlim şakayla karışık böyle (gülüyor). 

Sana defansta bir İsveçli partner lazım…
Yok yok, şöyle kademesini hiç bozmayan bir Alman daha iyi olur (gülüyor). Ama şaka bir yana şu an her şey gayet iyi gidiyor, takım oturdu. Ben zaten sürekli söylenen, bağırıp çağıran bir tipim. 

Hiç de öyle bir tipe benzemiyorsun. Gerçi Fransızca bağırıp çağırıyorsan kimse bir şey anlamıyordur…
Hayır İspanyolca bağırıyorum. Baki’yle İngilizce anlaşıyoruz. İşime yarayan birkaç Türkçe kelime de öğrendim, sağ, sol, bende, sende, uzun, serbest, bırak… Öyle kendi kendime deli gibi Fransızca konuşuyor değilim yani.  

Bunun dışında Türkçe biliyor musun?
“Bir espresso lütfen” diyebiliyorum. Bana okulda İngilizce, İspanyolca bilirsen sırtın yere gelmez demişlerdi. Kimse Türkçe’den bahsetmemişti! Hayatta asla asla demeyeceksin. 

Son olarak şu 16 numara meselesine gelelim. Gelir gelmez böyle bir şey yaşayınca şaşırdın mı?
O hikayeyi hiç anlamadım. Geldim, bana boşta olan numaraları söylediler. 16 olsun dedim. Sonra sportif direktör yanıma geldi, “16 olmaz, o Bursa’nın numarası” dedi. “Bursa ne?” filan oldum ve taraftarların pek sevmediğini söyleyince “O zaman siz seçin” dedim, 18’i verdiler. Benim için önemli olan çift rakam olmasıydı. Sorun yapmadım.

Posted in Etiketler: , , Gönderen 1izlesene zaman: 05:33

 

0 yorum:

 
Copyright 2005-2007. Hello Wiki designed by Fen, Blogger Templates by Blogcrowds.